Louis Pasteur, mikrobiyoloji ve kimya alanında yaptığı çalışmalarla bilinen dünyaca ünlü Fransız asıllı bilim insanı.
Dünya tarihini değiştiren bir başka insan ile karşı karşıyayız. Bilim dünyasına katkılar sunan isimler arasından Louis Pasteur’ün farklı bir yerde olduğunu söylemek yanlış olmaz. Louis Pasteur’ün kim olduğunu, hangi alanlar üzerine çalışmalar yaptığını ve insanlık tarihinde çığır açan buluşlarının neler olduğunu merak ediyorsanız, doğru adrestesiniz!
İçindekiler
Louis Pasteur’ün Yaşamına Kısa Bir Bakış
Pasteur, Fransa’nın Dole şehrinde 1822 yılında yaşama gözlerini açıyor. O, dericilikle geçimini kazanan Jean Joseph Pasteur ve Jeanne E.Roqui’nun üçüncü çocuğu olarak dünyaya geliyor.
Yoksul bir ailede yaşama gözlerini açan Louis ve kardeşleri buna rağmen, eğitim hayatlarından mahrum kalmıyor. Pasteur ailesi, çocuklarının eğitimine önem veriyor.
Eğitim hayatına Fransa’nın Abris bölgesinde başladığı bilinen Louis Pasteur’ün çocukluk dönemlerinde sanat dallarından resme büyük bir merakının olduğu bilinmekte. Çocukluk yıllarını portre yaparak geçiren bu dâhi adamın o zamanlar hayali ressam olmak.
Ancak aradan geçen yıllar neticesinde onun gelecek planları değişikliğe uğruyor. Louis kendini bilime yöneltiyor. Bu yüzden, Fransa’nın seçkin enstitülerinden Êcole Normale Supérieure’a girmeye hak kazanıyor.
Ancak fen alanındaki derslerle pek haşir neşir olmayan Louis birtakım güçlükler çekiyor. Buna rağmen, o, fen derslerindeki açığını kısa sürede kapıyor. Nihayetinde Pasteur, Fen Bilimleri Bölümü’nden başarıyla mezun oluyor. O, lisans eğitiminden hemen sonra, doktora programına kayıt oluyor ve bir yıl içinde programı başarıyla tamamlıyor.
Louis Pasteur, ilk etapta çalışmalarını kristal yapı, optik ve izomer molekülleri alanları üzerine yürütüyor. Onun optik alandaki çalışmaları Fransız Bilimler Akademisi’ne sunuluyor. Böylelikle, o bilim camiasında adından söz ettirmeyi başarıyor ve tanınmaya başlıyor.
Başarılı adam 1848 yılında, Strasbourg Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü’nde yardımcı kimya profesörü olarak görev alıyor. Bu sırada Louis, üniversite rektörünün kızı olan Marie Laurent’e aşık oluyor. Karşılıklı olan bu aşkı, evlilik ile taçlandırmak isteyen Pasteur’ün rektöre mektup yazdığı kayıtlarda yer alıyor. Onun açık yüreklilikle yazdığı mektup, rektör tarafından olumlu karşılanıyor. Çift 1849 yılında hayatlarını birleştiriyor.
Pasteur, 1854 yılında Universitê Lille I adlı kurumda profesör pozisyonunda geçiş yapıyor. 1861 yılında ise çok yönlü bilim insanı, araştırmalarını organik maddelerdeki değişimleri gözlemleye yöneltiyor. Onun patentini almış olduğu pastörizasyon işlemini bulması bu yıla denk geliyor.
Louis Pasteur’den Gıda Teknolojisine Armağan: Pastörizasyon
Gündelik dilde mayalanma olarak dilimize pelesenk olan bu işlem, bugün basit bir kaynatıp soğutma işlemi olarak görünse de o dönem bilinmiyor.
Özellikle, şarap üretiminin ana merkezlerinden olan Fransa’da bu işlem hayati bir öneme sahipti. Çünkü üreticiler şarap üretirken istenilen sonucu çoğunlukla elde edemiyorlardı. Bu da onların mali açıdan zarar etmeleri anlamına geliyordu.
İşte, Louis Pasteur keşfiyle bu soruna kökten çözüm getirmekteydi. O, bunun için mikroorganizmaları uzun bir süre gözlemliyor. Gözlemlerinin ardından elde ettiği veriler sayesinde mikropların varlığı teorisini ortaya koyuyor.
Pasteur ulaştığı sonuçlardan hareketle süt, şarap, meyve suyu, bira gibi içeceklerin bozulmalarının nedeninin mikroorganizmalar olduğunu gösterdi. Bu sonuca ulaşmakla kalmayıp o kaynatıp soğutma işlemiyle bu sorunun çözülebileceğini kanıtlamış oldu.
Anlaşıldığı üzere, onun bu buluşu gıda teknolojisi adına adeta bir devrim niteliği taşımakta. Bunun farkında olan Louise Pasteur, 1865 yılında kayıtlara pastörizasyon adıyla geçen işlemin patentini aldı.
Louis Pasteur’den Önce Aşı Uygulamaları
Êcole Normale Supêrieure’ya laboratuvar açmak amacıyla, seneler önce çağrıda bulunan Louis Pasteur nihayet hayallerine kavuşuyor. O, kurul tarafından 1871 yılında enstitünün başına yönetici olarak getiriliyor. İşte, onun tıp dünyasında çığır açan aşı çalışmasına burada başladığı bilinmekte.
Ancak onun, çağında ölümcül sonuçlara yol açan kuduz hastalığına karşı geliştirdiği aşıya geçmeden önce, ondan önceki aşılama tekniklerine kısaca bir göz atmakta fayda var gibi görünüyor. Çünkü aşılamanın hayati bir öneme sahip olduğu gerçeği ve bu alanda yapılan çalışmaların geçmişi Louis Pasteur’den çok öncesine dayanıyor.
M.Ö. Çiçek Hastalığı ve Tedavi Yöntemi
Kayıtlara göre, aşının geçmişi aslen milattan önceki yıllara dayanıyor. Elbette, o dönemlerde bugün anladığımız haliyle bir aşı uygulaması mevcut değil. Ancak o dönem aşılamanın farklı yöntemlerde yapıldığına dair bilgiler arşivlerde yer alıyor.
Kullanılan yöntemlerden en bilineni, buruna üfleme olarak adlandırılıyor. Bu türden bir aşılamanın ise ilk kez Çin Uygarlığında kullanıldığı biliniyor. Rivayete göre, Çin hükümdarı Khan Shi çiçek hastalığına yakalanıyor.
Hastalık konusunda bilir kişi olanlar onun vücudundaki yaraları alıp ufalıyor. Onlar insanlar arasında hastalığın bulaşmasını önlemek amacıyla, bazı kişilere ufaladıkları parçaları burun yoluyla veriyorlar. İşte, aşı uygulamasının bilinen ilk örneği bu şekilde gerçekleşiyor.
Batı’da Aşı Uygulamaları
Bu noktada, yüzümüzü Batı’ya çevirecek olduğumuzda ise insanlığın 16. yüzyıldan 20. yüzyıla değin çeşitli salgınlarla baş etmek durumunda kaldığını görüyoruz. Veba, çiçek hastalığı, sarıhumma, tifüs salgına yol açan hastalıklardan bazıları.
Tabii bu hastalıkların isimlerinin 16. yüzyılda koyulduğunu belirtmek gerekir. Hastalıkların isimlerini koyarken dikkate alınan kriterler arasında ise hastalığın belirtileri veya deride bıraktığı izler yer alıyordu.
Henüz, milattan önce insanlığın başına bela olduğu bilinen çiçek hastalığı Batı’nın yakasını bırakmamıştı. Bu yüzden, bilim adamları harekete geçmiş, onun önüne geçebilecek herhangi bir keşfin peşine düşmüşlerdi.
İşte, çiçek hastalığını yenmek için yürütülen ilk sistemli uygulama Edward Jenner’dan geldi. O, sığır çiçeği hastalığı geçirmiş olanların çiçek hastalığına yakalanmadığını fark etti. İlk olarak, sığır çiçeği hastalığı geçiren birinden sıvı alıp hastalığı geçirmeyen bir kişiye enjekte etti.
Bu kişi hastalığı çok hafif bir şekilde atlattı. Ardından E. Jenner çiçek hastasından aldığı sıvıyı tekrar çocuğa enjekte etti ve sonuç tam da istediği gibiydi. İşte, böylelikle Edward çiçek aşını keşfederek tarihe adını yazdırdı. Aşı, 1798 yılında onaylandı ve uygulamaya koyuldu.
E. Jenner’dan sonra ise 1876 yılında, Alman hekim Robert Koch tarafından mikropların dönemin hastalıklarından kolera, tüberküloz ve şarbon gibi hastalıklara yol açtığı kanıtlandı. O, bu keşfiyle 1905 yılında Nobel Tıp Ödülü’ne layık görüldü.
Louis Pasteur’den Tıp Dünyasına Armağan: Kuduz Aşısı
Louis Pasteur, enstitüde görev aldığı vakit aşı hazırlama teknikleri ve bağışıklık mekanizması konularına merak sarıyor. O, bu alanda araştırmalar yapmaya girişiyor.
Pasteur, pes etmeden bakterilerin var olduğunu ve bu canlıların hastalıklara yol açtığını savunuyor. Ayrıca onun bu ısrarcı tavrı tıp camiasında tepkilere yol açıyor. Çünkü tıp camiası, onu tıp bilgisi olmamakla suçluyor. Bu yüzden, yürüttüğü çalışmalar tıpçılar tarafından pek dikkate alınmıyor.
Böyle olmasına rağmen, çok yönlü bilim insanı pes etmiyor. O, döneminin ölümcül hastalıklarından kuduz hastalığının önüne geçmeyi kafaya koyuyor. Louis’nin üç çocuğunu bulaşıcı ve ölümcül hastalıklar nedeniyle kaybetmiş olması, bu ısrarcı tavrının altında yatan nedeni anlaşılır kılıyor.
Pasteur aşı çalışmalarına başlamadan önce kuduz, o günlerde oldukça yaygın bir hastalık. Kuduz hastalığın tedavisinde kullanılan yöntem ise oldukça ilkel görünüyor. Şöyle ki: Köpek tarafından ısırılan bölgeye kızgın bir demirle yakma işlemi uygulanıyor. Bu da uygulama yapılan kişiyi iyileştirmekten ziyade ona acı veren bir işlem oluyor.
Bu tedavi yöntemi insanları korkutmaktaydı. Aynı zamanda hastalığa kalıcı bir çözüm sunmamaktaydı. Gün geçtikçe hastalık kötü bir hal alıyordu. İşte, Pasteur duruma el attı ve hastalığı önleyecek olan uygulamayı keşfetmeye koyuldu.
Söylentilere göre, Pasteure sokaklarda yaşayan kuduz köpeklerden salya örnekleri alıyor. Bu salyaları laboratuvarda mercek altına alıp inceliyor. Onun deneylerini ilk olarak tavşanlar üzerinde, sonrasında köpeklerle gerçekleştirdiği biliniyor.
Öte yandan, Louis’nin çalışmalarını sürdürebilmek nedeniyle devletlerden yardım istediği bilgisi kayıtlarda yer alıyor. Bu devletlerden biri de Osmanlı Devleti. O, dönem tahtta olan II. Abdülhamit onun çağrısına kayıtsız kalmıyor. Pasteur’e Osmanlı’dan üç asistanı çalışmalarına dahil etmesi koşuluyla, yardımcı olacağını söylüyor.
Azimli bilim insanı, bu teklifi kabul ediyor. Böylelikle, Osmanlı topraklarında dünyanın üçüncü laboratuvarı kuruluyor. Nihayetinde Pasteur, kuduz hastalığının önüne geçebilecek olan aşıyı buluyor. Böylelikle, o tıp dünyasında çığır açan isimler arasında yerini alıyor.
Louis Pasteur’den İlk Kuduz Aşısı Uygulaması
Takvimler 6 Temmuz 1885’i gösterdiğinde, tarihin ilk kuduz aşılaması bizzat Louis Pasteur tarafından yapılıyor. İlk uygulamanın, bir kuduz köpek tarafından ısırılan Jaseph Meis adlı 9 yaşındaki bir çocuğa uyguladığı bilinmekte. Fakat çocuk Pasteur’e götürüldüğü zaman, o bu konuda biraz çekinik davranıyor.
Bunun sebebi, Pasteur’ün nerede duracağını bilmesi. Öyle ki, o bir tıpçı olmadığının farkında. Bu yüzden, ilk uygulamanın doğurabileceği negatif olasılıklar onu alıkoyuyor. Fakat bu bir korkaklık olarak görülmemeli. Aksine, o işini sağlama almak istiyor.
Ona bu konuda rehberlik edip yol gösterebilecek tıpçılara danışıyor. Onlardan onay alır almaz, tarihin ilk kuduz aşılaması gerçekleşiyor. Görülüyor ki, çocuk gayet iyi. Aşılamadan 3 ay sonra ise ise Joseph’in tamamen normale döndüğü bilgisi alınıyor.
İşte, tıp alanına dair kazanılan bu zafer dünyada yankı uyandırıyor. Başarısının ardından Louis Pasteur 1887 yılında kendi adını verdiği Pasteur Enstitüsü’nü açıyor.
Pasteur Enstitüsü
Pasteure Enstitüsü, kurulduğu günden bu zamana değin sayısız başarıya imza atan bir kuruluş olarak bugünde varlığını sürdürüyor. Enstitü, bulaşıcı hastalıklarla baş etmek amacıyla kuruluyor. Enstitü kurulur kurulmaz, Pasteur diğer bilim insanlarıyla araştırmalar yapmayı sürdürüyor. Onun sonrasında araştırma kapsamı içine giren hastalıklar ise difteri ve tetanos.
İşte, enstitü difteri ve tetanosun yanı sıra bir o kadar ölümcül olan çocuk felci, girip ve tüberküloz gibi hastalıkların önüne geçilmesinde aktif rol oynamıştır. Burada çalışmalarını yürüten pek çok bilim insanının Nobel’de Fizyoloji veya Tıp alanında ödüle layık görüldüğü bilgisi kayıtlarda yer alıyor.
Nitekim Pasteut yalnızca buluşlarıyla insanlığa hizmet etmekle kalmıyor. O, kurmuş olduğu enstitü aracılığıyla birçok bilim insanın çalışmalarına ön ayak oluyor. Ayrıca, kayıtlarda yer alan bilgilere göre Pasteur’ün çocukluk yıllarında çizmiş olduğu resimler enstitüde sergilenmekte.
Siz Ne Düşünüyorsunuz?
Aşılamanın insan sağlığı ve dolayısıyla insan yaşamı açısından ne denli önemli olduğunu bilmeyen yoktur. İnsan sağlığını korumak ve önlenebilir hastalıkların önüne geçmek aşılamanın temel amaçları arasında yer alır.
İşte, aşı tarihi başlı başına aşılamanın neden bu kadar hayati olduğunu kanıtlayan örneklerle dolu. 19. yüzyılda sistemli hale gelen ve 20. yüzyılda hız kazanan aşı çalışmalarıyla pek çok hastalığın önüne geçildiği aşikar.
Hastalığın önüne geçilmesi demek de olası can kayıplarının önüne geçmek anlamı taşıyor. Örneğin, 1980 yılından bugüne değin çiçek aşısı sayesinde bu hastalıktan kurtulanların sayısının 200 milyon olduğu kaydediliyor.
Birebir salgın hastalığın ne demek olduğunu tecrübe eden bizler ise aşının ne denli önemli olduğuna tanıklık ettik. Sizler pandemi döneminin tanıkları olarak, aşılama hakkında ne düşünüyorsunuz?